İslam Hukukuna göre Uluslararası İlişkiler

Vaka-i Hayriye
4 min readJan 30, 2023

--

Devletler Hukuku (Uluslararası İlişkiler) Devletler hukuku, günümüz beşerî hukuk sistematiğinde ilki kamu hukuku, İkincisi özel hukuk içinde olmak üzere Devletler Genel Hukuku ve Devletler Özel Hukuku biçiminde ikiye ayrılarak İncelenmektedir. Devletler Genel Hukuku, devletlerarası veya uluslararası ilişkileri, Devletler Özel Hukuku ise vatandaşlık, yabancılar hukuku ile farklı uyruğa sahip kişiler arasındaki hukukî ilişkilerde söz konusu olan kanunlar ihtilafı konularını ihtiva etmektedir. Her iki ayırımıyla devletler hukukuna ilişkin hükümler, kapsamlı fıkıh eserlerinde genellikle siyer, cihad, kıtâl veya ahkâmü’l-muharibîn gibi başlıklar altında incelenmiştir. Ayrıca siyer isimli müstakil eserler ile el-ahkâmu’s-sultâniyye ve es-siyasetuş-şer’iyye literatüründe de konu değişik boyutlarıyla ele alınmıştır.

“.. .Her biriniz için farklı bir yol ve farklı bir hayat tarzı belirledik. Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek topluluk yapardı. Fakat indirdikleriyle sizi sınamak için (böyle takdir etti)…” âyetinden de anlaşıldığı üzere, insanların farklı siyasî ve sosyal gruplar kurmaları bir yaratılış gerçeğidir. İşte bu siyasî gruplar, bir başka deyişle devletler, diğerleriyle ilişki kurmadan tek başına yaşayamazlar. Devletlerarası ilişkileri günlük siyasetin dışında belirli ilkeler çerçevesinde ele alıp ona hukuk formu kazandıranlar müslümanlar olmuştur. Bu alanda es-Siyeru’s-Sağîr ve es-Siyeru’l-Kebîr isimleriyle ilk kitapları yazdığı için İmam Muhammed eş-Şeybânî (ö. 189/805) birçok Batılı uzman tarafından devletler hukukunun kurucusu olarak tanıtılmıştır. Kur’ân’ı Kerîm ve Resûl-i Ekrem’in Sünneti gibi ana kaynaklar ile Hulefâ-yı Râşidîn dönemi uygulamaları ekseninde geliştirilen uluslararası ilişkiler kuramı, son tahlilde İslâm’ın yüceliği ve dünya barışı şeklinde özetlenebilecek iki unsur üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla müslümanların uluslararası ilişkilerde takip edeceği siyaset, İslâm’ın saygınlığından taviz vermemek duyarlılığıyla yeryüzünde barış ve huzurun sağlanmasına dönük olmalıdır. Böyle olunca Kur’ân’ın bir fıtrat kuralı olarak öngördüğü “teâruf”, yani farklı toplulukların, insanlığın ortak çıkarı için beraberce gayret göstermesi hikmeti gerçekleşmiş olacaktır. Birçok âyet-i kerîme yanında özellikle “…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez”, “Bu yüzden biz İsrailoğullarına bildirdik ki, bir cinayetin veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmanın cezası olarak işlenmesi dışında, kim bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur; kim de bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur…” “Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!..” “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz.. .Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zâlimler işte onlardır.” meâlindeki âyetleri, toplumlararası ilişkilerdeki ilkesel tavrın sulh/barış yönünde olduğunu göstermektedir. Söz konusu barış çağrısına rağmen Kur’ân, savaşın da bir insanlık gerçeği olduğunu göz ardı etmez. “Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savuşturmasaydı dünyanın düzeni bozulurdu…”; “…Eğer Allah, bazı insanları diğerleriyle savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın ismi çokça anılan mescidler yıkılır giderdi…” gibi âyetleri onun bu gerçekçi yönünü göstermektedir. Şer’î hükümlerin amacı insanların yararını dengeli bir biçimde temin edip adaleti gerçekleştirmek olduğundan Kur’ân-ı Kerîm “…Bir topluma olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevketmesini” âyetiyle115 uluslararası ilişkilerde de adalet idesinin hâkim olmasını istemiştir. Bu açıdan bakıldığında savaşın, adalet ve insanlığa hizmet ideallerine dayandığı söylenebilir. Dolayısıyla insanlığı ilgilendiren bir haksızlığı gidermek ve inanç özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak amacıyla yapılan sıcak müdahaleler, hedefe ulaşılınca sona erdirilir. İşte bu çerçevede söz konusu olabilecek savaş, en genel ifadesiyle “yeryüzündeki fesadı gidermek” için meşru kılınmış herhangi bir savaş da bu amaçla uyumu oranında meşruiyet kazanmıştır. Kur’ân, en geniş anlamda din ve vicdan hürriyetini tanımış, imanın baskı altında gerçekleştirilmesini doğru bulmamıştır. Dolayısıyla İslâm, esasen kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ aracı olarak öngörmemiştir. Yine Kur’ân, sırf konjonktürel gerekler ve dünyevî yararlarla hasmâne duyguları tırmandırmayı doğru bulmamış; İslâm ülkesi ve müslüman varlığını korumak gibi meşru gerekçeleri bulunmayan savaşları kınamıştır. İnsanın yaratılış itibariyle mâsum ve dolayısıyla canına kastedilmesinin haram olduğu hükmünü ilke olarak benimseyen fakihler, canlıları öldürmeyi, yerleşim yerlerini yıkmayı ve çevreyi tahrip etmeyi beraberinde getireceği için savaşın,özü itibariyle güzel/hasen bir olgu olmadığını belirtmişlerdir. Onun içindir ki barış içinde özgürce yaşamak mümkün olduğu sürece savaş asla gündeme gelmemelidir. Bu gerçekliğe rağmen özellikle Batılı yazarlar, İslâm’ın uluslararası ilişkiler kuramının barış değil savaş üzerine kurulduğunu ve ötekine karşı şiddeti esas alan bir devletler hukuku anlayışına sahip olduğunu söyleye gelmişlerdir. Bu iddialarının temel dayanaklarının başında da uluslararası toplumun fakihler tarafından dârulharb ve dârulislâm şeklinde ikiye ayrılıp İslâm dünyası dışında kalan yerlerin dârulharb (savaş ülkesi) olarak nitelendirilmiş olması gelmektedir. Kur’ân ve hadislerde geçmemekle birlikte fakihlerin benimsediği bu iki terimin ortaya çıkışının tarihî ve askerî bir arka planı bulunmaktadır. Müslümanlar Medine’de bir devlet teşkilatına ve gücüne kavuştuktan sonra komşu devlet ve kabilelerle diplomatik ilişkiler kurulmak istenmişti. Muhatap devletlerin cevapları ilk anlarda genellikle olumsuz olup müslümanlara din ve vicdan hürriyeti tanınmayınca savaş ortamı doğmuştu. Bunun yanında İslâm’ın doğduğu andan itibaren en azılı düşmanlarının yaşadığı ve Medine ile sürekli savaş halinde olan bir Mekke vardı. Mekke’nin fethinden sonra da müslüman toplumlara karşı düşmanca tavırlar devam etmişti. Bu bağlamda yüzyıllar boyu süren Haçlı seferleri özellikle hatırlanmalıdır. İşte bu tarihî, siyasî ve askerî durum ilk fakihleri, dârulharb ve dârulislâm şeklinde bir siyasî-coğrafî ayırıma sevk etmiştir. Devletlerarası ilişkilerin doğal niteliği, İslâm hukukunun barışı kural, savaşı istisna kabul etme esasına bağlı uluslararası ilişkiler kuramı ve yukarıda sunulan tarihsel arka plan dikkate alındığında uluslararası toplumun şu şekilde sınıflanması mümkündür:

A. İslâm ülkeleri (Dârulislâm).

B. Gayri müslim ülkeler (Dârulküfr).

Bu İkincisi de İslâm ülkeleriyle ilişkilerinin durumuna göre kendi arasında üçe ayrılır:

Bl. İlişkileri dostane olanlar (Dârussulh)

B2. İlişkileri hasmane olanlar (Dârulharb)

B3. İlişkileri tarafsızlık ilkesine oturanlar (Dârulhıyâd)

Bu sınıflama, aynı zamanda İslâm devletler hukukunun temel normunu ortaya koyan şu ayet-i kerîmeyle de uyumludur: “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz.. .Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zâlimler işte onlardır.”

Kaynak:

İslam Hukukuna Giriş, Ahmet Yaman, Halit Çalış, s:142–146

--

--

Vaka-i Hayriye
Vaka-i Hayriye

No responses yet